BİR İZMİS (KARABDAL) GÜNÜ

Bu Makaleyi Okuyunca Hepiniz İzmis’te Olduğunuz Fark Edeceksiniz; Değerli Büyükliman Posta Gazetesi okuyucularımız sizlere her hafta bu köşemizde aklımızın erdiği dilimizin döndüğünce bir şeyler karalamaya çalışıyorum bu haftaki makale köşemde geçtiğimiz Pazar günü Vakfıkebir, Beşikdüzü, Tonya ve Şalpazarı İlçesi tarafından geleneksel olarak asırlardır yapılan İzmis (Karabdal) şenliği yapıldı. Bu şenliğe katılım sağlamak için yola çıkanların adına  en güzel otantik bir şekilde kaleme alan Beşikdüzü İlçemizin emekli abimiz İrfan Elbir’in yazısını sizlerle paylaşmak istedim. Umarım hepiniz makaleyi okuyunca İzmis’te olduğunuzu fark edeceksiniz.

Bir İzmis (karabdal) günü. Hangi yıl olduğunu varın siz tahmin edin.

Nedense, yılın en sıcak günleri yaşanırken İzmis şenlikleri gelir çatar ve inceden yağan bir yağmur “bu şenlik zamanı olacak şey mi?” dedirtir herkesin keyfinin kaçmasına vesile olurdu.

Tam da fındık toplama zamanına denk gelen bu gün, hem dinlenmek, hem de eğlenmek için bulunmaz bir fırsat olurdu.

Nenem inekleri çıkarmış, kapının önünde benim sabahın mahmurluğu üzerimde, isteksiz halimi seyrederken tembihini de ilave etmeyi eksik bırakmıyordu.

“Bana bak, öğleye kadar bunları doyur, ondan sonra karabdala çıkarsın”

Elimde çubuk, inekleri güderken, az ileride “KaraloğuHemdiemica” yorgun argın selam vererek yaklaştı ve çimene oturuverdi.

“Ula “yüzbaşı” nerdesin?”

“Aleykümselam Hemdiemica, buyur hoşgeldin, dedem yok, iki dakika otur, bir ayranımızı iç, karabdal henüz başlamadı, dinlenir öyle gidersin, vakit var.”

“Hemdiemica” uzattığım iskemleye oturdu, ayranını içti ve derin bir nefes aldı.

“Yok oğul yok, benim yolum burdan öteye gitmez. Tepeye çıkmam ben, göreceğimi gördüm, duyacağımı duydum. İnsanlar hiç yorulmadan, hiç terlemeden, son model arabalarla gelmişler, park edecek yer bulamıyorlar. Türkücüler, kemençeciler gelecekmiş. Hangisi hangi aralık çalıp söyleyecek bilmiyorum. Stantlar varmış, her ne anlama geliyorsa artık? Şehirde ne satılıyorsa burada da aynı şeyler satılacakmış. Gerek kalmadı oğul, görüp göreceğim buydu benim, bir tas ayran içtim ya bu bana yeter.”

“Ama emica, daha çok…..” gerisini diyemeden avucunu dik tutup dur işareti yaptı.

“Bak oğul, karabdala bir gün kala, karpuz taşıyan katırlar gelir, Karacanın Mine’nin evine çuvallar içinde istif edilirdi. O gece çadırlar kurulur, yahni kazanları için toprak zemine ocaklar kazılırdı. Gençler limonata satmak için akşamdan limon suyu hazırlardı. Pestiller eşeklerle taşınırdı. Araba yolu değil, at yolumuz vardı. Basamak basamak ve yılan eğrisi gibi kıvrılan at yolları şu yamaçlara bir başka güzellik katardı. Bir kemençeci, ya “çorumlu” ya da “tokaloğu” olurdu. Herkes doyasıya eğlenirdi. Kafile şeklinde gelenler, yine aynı şekilde ayrılır, silah sesleri kalabalıklar dağıldıktan sonra duyulurdu. Karpuzlar felifeli satılır, üzümler salkım salkım yenirdi. Bunlardan hiçbiri kalmadı oğul. Biz bu devrin insanı değiliz artık. Yolda beni görenler beyefendi diye hitap eder oldular. Medenileştik ya… Amca, emmi, dayı diyen kimse kalmamış. Zipkalı delikanlıların yerini; bileği, omzu, boğazı dövmeli gençler almış. İyice dinlendim, ben buradan geri döneyim artık, bir fındık ganzisi, bir avuç lazut, bir omuz mısır kusteli değerinde olmayan bu şenlikler bize göre değil oğul… Hadi hoşçakal.”

“Hemdiemica” ayağa kalktı, önce ceketini, sonra şapkasını giydi, bana döndü ve “ bak burası yüzbaşının evi, asla unutma, selam söyle” dedi ve uzaklaşıp gitti.

“Hemdiemica” Tarafoğun evinin başından geçene kadar ardından, dalgın gözlerle baktım, baktım, baktım…

İnekler nereye gitti, doydular mı, karabdal oldu mu, ben ne yaptım, bilmiyorum?